Selen Gülün: “Erken zamanda kendini müzikle gösterenlerdenim, çocukken de şimdi de her şeyi müzikle algılayan bir insanım.”
Esin Hamamcı, piyanist, besteci, solist, akademisyen Selen Gülün ile yurt dışı ve yurt içindeki müzisyenlik yolculuğu, sahne ve akademik yaşamı, Türkiye’de Kadın ve Müzik kitabı, İKİ Müzik plak şirketi ve yeni albümü “Blue Band” üzerine konuşuyor.
Dinlemek için:
Esin Hamamcı: Piyanist, besteci, solist ve akademisyen Selen Gülün’ün müzik yolculuğu nasıl başladı?
Selen Gülün: Kendimi sürekli müzikle ifade eden çocuklardandım. Annemle babam dikkatli insanlar, ikisi de mühendis. Evde böyle bir heyecan olduğunun farkındalardı. Ablam da müziğe yetenekli olduğunu gösteren bir çocuktu. Evde sürekli çalınır, söylenirdi. Ben de ilkokulda bütün müsamerelerde sürekli sahne alan biriydim. Bizim evde çok çeşitli müzik türleri dinlenirdi. Annemle babam arkadaşlarıyla meşk eden insanlardı, güfte kitaplarını açıp şarkı söylerlerdi. Müzik hiç eksilmezdi. Annem İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nı dinlemeye götürürdü. Dayım konservatuvar sınavlarına girsinler bari, dedi. İstanbul Üniversitesi Konservatuvar Bölümü’ne yarı zamanlı olarak sınava yazdırıldık, o da son gün gerçekleşti. Ablam keman, ben de piyano çalmak için sınava girdik. Birincilikle, ikincilikle kazandık sınavı. Böylece erken zamanda başlamış olduk. Erken zamanda kendini müzikle gösterenlerdenim, çocukken de şimdi de her şeyi müzikle algılayan bir insanım.
Esin Hamamcı: 1996’da Berklee College of Music’ten aldığınız burs ile Amerika’ya gittiniz. Buradaki öğreniminiz sırasında Norveçli, Avusturyalı, İsviçreli ve Türk müzisyenlerden oluşan beşli formatındaki “Just About Jazz” grubunu kurup aynı isimle albüm çıkardınız. Just About Jazz’a biraz değinelim mi? Nasıl başladı, nasıl devam etti?
Selen Gülün: Berklee College of Music’e müzik yazmak üzere gittim. Ancak gitmeden burada biraz toplumsal cinsiyet mağduru olmuştum. Müzik yazıyorum ama çalınmıyor gibi bazı sorunlar yaşamaya başlamıştım. Bu kısmı özellikle anlatmak isterim çünkü örnek olması açısından bu konuda sıklıkla konuşmaya çalışıyorum. Örneğin bazı işler geliyordu jingle, şarkı söyleneceği zaman beni muhakkak çağırırlardı. En az söylediğim kadar çalabildiğim caz gibi bazı janrlarda beni sadece şarkı söylemek için çağırırlardı ve bu beni müthiş üzüyordu. Klasik müzik çalabiliyorum, piyano çalabiliyorum, doğaçlama yapabiliyorum ancak insanları bir araya getirip parçalarımı çaldıramadığım için depresif bir hâle düştüm. Normalde konuşkanımdır ama mesela az konuşuyordum o sıralar ve bunu annemle babam fark etti. Bir gece yarısı uyandırdılar, gel konuşalım, dediler. Ve sonra eğer gitmek istiyorsan yurt dışına biz seni yollamaya çalışalım, dediler. En azından uluslararası skalada yetenekli olup olmadığı görmemi istediler. Tabii o dönemde çok önemli bir olaydı benim Berklee College of Music’e gitmem. Cesaretlendirilince başvurdum ancak gitmeden bir hafta önce boyun fıtığı oldum. Hülya Tarcan’dı o zaman piyano hocam. Çok erken bir dönem olduğu için izin vermedi ameliyat olmama. Ben de Berklee College of Music’i kazanmıştım, hakkımı dondurmuş oldum. “Irregular” dedikleri Ocak döneminde başladım. Başladıktan sonra orada müzisyen olarak çok iyi bir durumda olduğumu çabucak fark ettim. Oraya başvuran binlerce müzisyen arasından sıyrıldım. Birdenbire üçüncü sınıf derslerini almaya başladım. Yarım bursluydum o zaman, bir yıl dolmadan tam burslu oldum. Üstüne ödüllerle para kazanmaya başladığım bir hayatım oldu. O sırada da çevremde tabii en büyük şansım, Berklee College of Music’in en büyük avantajlarından biri olan şey şuydu; etrafımda çeşit çeşit ülkeden müzisyen olması. Bundan daha güzel bir çorba düşünemiyorum. Ben de birden Avrupalı müzisyenlerle daha yakın bir çevre içine düştüm çünkü klasik müzik eğitiminden geliyor onların birçoğu da benim gibi. Caz geleneğini orada öğrenmeye çalıştık ve bu yeni bir dil öğrenmeye çalışmak gibiydi bizim için. O çerçevede Avusturyalı bir davulcu, Amerikalı bir saksafoncu, elektrik basta İsviçreli, gitarda da Norveçli bir müzisyenle yolum kesişmiş oldu. Aslında grup elemanları defalarca değişti ama en son hâli buydu. Ben okulu çabuk bitirdim, iki senede bitti. “Charles Mingus Composition Award” gibi özel bir ödül aldım. Tam olarak da endişelerimi yok edecek bir gelecek planına itebilen bir deneyim oldu. “Benimle kimse çalmıyor, yazdıklarımı kimse değerli bulmuyor”dan ödüllere boğulduğum ve Berkee’yi çabucak bitirdiğim bir süreç yaşadım. Ben aynı zamanda İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi mezunuyum, Berklee’ye gitmeden, onu da okumuş oldum. Biraz erken denecek yaşta, 16 yaşında üniversiteye başladım. Eğitimim çok başarılarla dolu gibi gözükse de “50’den şaşma 60’ı aşma” mantığından geçen bir yolculuktu. Ama Berklee’de öyle olmadı çünkü insan kendini anlatabilen bir yer bulunca iş çok farklı oluyor. Summa Cum Laude bitirdim okulu, en yüksek derece demek bu. Dolayısıyla bu insanlarla da, bu müthiş müzisyenlerle de burada tanışma şansım oldu. Şans diyorum çünkü hâlâ birlikte çalıyoruz. Onlar İstanbul’a geldiklerinde canlı bir albüm kaydettik; “Just About Jazz” isminde. Sonra “Trio”mu da aynı ekipten basçı ve davulcuyla kaydettim. Hâlâ görüşüyoruz, çalıyoruz arada bir.
Esin Hamamcı: Öğrenimiz, eğitiminiz, çalışmalarınız ve Just About Jazz örneği üzerinden gidecek olursak, projeleriniz uluslararası çapta görünürlüğünüzü de ortaya koyuyor. Siz enternasyonel duruşunuz yani dünya iletişim halinde oluşunuz hakkında ne demek istersiniz?
Selen Gülün: Bu çok güzel bir soru çünkü Türkiye’de müzisyenlerin en ürktüğü platformlardan biri uluslararası platformdur. “Gideceğim ama orada ne yapacağım?”, gibi sorularla çok karşılaşırız. Türkçe sözlü müzik yapıyorum, benim Türkçe sözümü kim dinler? Bu gibi endişeyle aslında içine kapalı bir endüstrinin içindeyiz biz Türkiye’de. İnsanın kendi şansını kendini yarattığına bunu da çalışkanlığıyla yaptığına inanıyorum. British Council Bestecilik Ödülü ile 2003’te İngiltere’de bir senfoni orkestrasına gidip müzik yazdım ancak buna ben başvurmadım, ödülün kendisi geldi. Siz bir şekilde bir şeyler üretip ortaya koyduğunuz zaman birileriyle bir şekilde yolunuz kesişiyor diye düşünüyorum. Üretkenliğin karşılığını bulabildiğimiz bir dünyaya inanmak istiyorum. Bazı insanlar belli sosyal sınıftan geldiğini düşünerek yapılanları kolay görebilir ama öyle değil, sonuçta üretmeden karşılığını alamazsınız. Kadın olduğumuz için hatta 5 yerine 10 yapmamız gerekebiliyor. Bu bir hırsla değil, kendini ifade etme güdüsüyle de yapılan bir şey. Dolayısıyla ben şöyle bir karar aldım; daha Berklee College belki bu işin başıydı ve bu benim için bir gelecek yatırımı ise oradaki insanlarla iletişimi koparmamaya çalıştım. Bu arada özellikle kadın müzisyenlere cesaret olsun diye şunu da söylemek isterim, ben aslında müthiş içe dönük bir insanımdır. İş söz konusu olunca biraz karakterim değişiyor. O insanlarla iletişimimi iyi tutmaya çalıştım ve şöyle düşündüm, ben Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü’nde 18 sene ders verdim. Henüz müzik öğretmenliği kariyerimin başındaydım. 3-5 tane kulüp var ve hepimiz aynı yerde çalıyoruz. Benim öğrencilerim de inanılmaz iyi müzisyenlerdi ve şimdi Türkiye’nin en iyi müzisyenleri arasında isimleri geçiyor. O sırada şöyle düşündüm; hocaları olarak ben de bir şey yapmazsam nasıl bir tablo çizmiş olacağım? Babylon’da çalacağız, AKM’ye çıkacağız ama en büyük hedefimiz bu mu? Hepimiz aynı yerlerde çalacağız sonuçta. Ben onları cesaretlendirmek için yurt dışı konserlerine yönlendirebileceğimi düşündüm. Bunun için de en geriden başlıyorsunuz, uçak biletinizi, 3-5 konseri birleştirerek cebinizde para kalmadan geri dönüyorsunuz… Ama bu bir kariyer başlangıcıdır. İçinde bulunduğum okul ortamı da tabii bazı insanlarla tanışmama vesile oldu. Böyle böyle network’ü büyüterek, bazen kazanarak bazen kazanmayarak çalmaya başladım. Ben de bu şekilde başladım, tabii kendi müziğimi çalıyorum. Bu konuda ısrarım var. 1996’dan beri ısrar ediyorum. Sonuçta gerçek araştırmacılar, arşivciler bizi bir şekilde buluyor.
Esin Hamamcı: Yüksek lisansınızı İstanbul Teknik Üniversitesi’ndeki Müzik İleri Araştırmalar Merkezi’nde (MIAM) tamamladınız. Berklee College of Music (Boston), The New School (New York), The Malmö Academy of Music, The Utrecht School of The Arts, Boğaziçi Üniversitesi ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde dersler verdiniz. Müzikal yolculuğunuza paralel olarak ilerlettiğiniz akademisyen kimliğiniz, bu iki şapkanız, birbirini nasıl besliyor?
Selen Gülün: Bu kısmı enteresan bence. Akademisyen olmayı bir şekilde tercih etmiş müzisyenler biraz hor görülür çünkü maddi olarak rahat bir tarafı var. Ancak ben böyle bir tercihle seçmedim akademisyenliği. Ben okul seven bir insandım, ilkokulda okuldan gelince bile eve geldiğimde tahtaya birisine anlatıyormuş gibi tebeşirle çizer, yazardım. Anlatmanın müthiş sevdiğim bir şey olduğunu fark ettim. Bu bir çeşit performans aynı zamanda, sahneye çıkmak gibi bir şey. Bilgiyi paylaşmaktan büyük zevk alıyorum. E aynı zevki aldığım bir de müzik alanı var diyebilirim. Ben idealist bir insan olduğum için bilgiye çok önem veriyorum ve öğrencilik zamanımda bilgiye çok zor ulaştığım için bu duruma çok kızıyordum. Bazı belli başlı yerlere gelen insanlar sizinle bilgiyi öyle çabucak paylaşmak istemeyebiliyordu. Nasıl teori öğrenilir, nasıl teknik öğrenilir, nasıl müzisyen olunur gibi konularda bir nevi sürünüyorsun. Bu Amerika’ya gidene kadar yaşadığım süreç boyunca kendi kendime çözdüğüm bir sorundu ve aslında canımı çok sıkmıştı. Kendim bilgi saklayan bir insan olmak istemedim ve bildiğim her şeyi paylaşmak istedim. Buna da ortamı sağlayan Bilgi Üniversitesi oldu. O sırada yeni kurulmuştu. Berklee’den de teklif gelmişti ama ben burada gelip öğrencilere ders anlatırım, öğrenciler yetiştiririm diye düşündüm ve 18 yıl boyunca da öğretmeye devam ettim. Aslında beni genç de tutan bir şeydi. Yeni dersler açtım. Çok okuyup çok öğrenmeye çalıştım. Bilgiyi alıp aktarmak konusunda köprü olmaya çalıştım. Kendim de öğrenci olmayı hiç bırakmadım. Çok güzel gelişmeler yaşadık, lap top orkestra kurduk. Big band kurduk. Berklee College Bilgi Üniversitesi’ne gelip giriş sınavlarınızı nasıl yapıyorsunuz diye merak etti. Çünkü üstünde emek sarf ettiğimiz orijinal bir giriş sınavımız vardı, şimdi ne durumda bilmiyorum. Dolayısıyla beni aydınlıkla besleyen ve işime de bağlanmamı sağlayan bir yol oldu. Ama tekdüzelik ve üniversitelerin el değiştirmesi, üniversitelerde arzu edilmeyen akademik ortamların oluşması beni biraz soğuttu. İleriye yönelik bir eğitim veremeyeceğimi, bilgileri arzu ettiğim gibi paylaşamayacağımı anlayınca 2015-16 gibi bıraktım. Danimarka’da, İsveç’te ders verdiğim başka okullar oldu, aynı şekilde İngiltere’de de öyle. Akademiyle müzik anlayışım hep birlikte gitti ve tüm bu ders verdiğim yerlere yansıtmaya çalıştım. Japonya’ya gidince de ders vermeye devam ettim.
Esin Hamamcı: Enstrüman çalıp hem de söylemek, aynı zamanda yazmak pek çok sanatçıya nasip olmayan bir durum. “Ozan müzisyen” diye tanımlayabileceğimiz bu durum aklımıza Leonard Cohen’i getiriyor örneğin. Siz de “Sürprizler- Selen Gülün Trio” albümünüzde “Pia”yı yazıp seslendirdiniz. “Pia” bize ismiyle Attila İlhan’ın aynı adlı şiirini hatırlatıyor. Buradan bir esinlenme var mıdır? Şiirler bir caz müzisyenini nasıl etkiler? Sanırım “Başka” albümünüzdeki “Kula”da da anneanneniz Nihal Özyüksel’e ait bir şiirden esinlendiniz…
Selen Gülün: Ben kendi müziklerimin sözlerini kendim yazıyorum, “singer-songwriter” dedikleri pozisyondayım diyelim. İlk şarkı albümüm “Sürprizler”deki 2 parça Demirhan Baylan’a ait çünkü daha şarkı yazmaya yeni başlamıştım. Kendisi çok sevdiğim bir arkadaşım, aynı zamanda çok iyi bir şarkı yazarı olduğunu düşünüyorum. “Başka” albümündeki 2 parçanın yine bir tanesinin sözleri Ayşe Ayaşlı’ya ait, o da çok yakın arkadaşımdır. Diğeri de anneannem Nihal Özyüksel’e ait, kendisi aynı zamanda güfte yazarı ve şairdi. Parçanın ismi ise “Kul”. Onun sözlerini kullandım çünkü kendisi benden rica etti ölüm döşeğindeydi, trajik bir hikâye. “Sen neden benim şiirimi şarkı yapmıyorsun?” dedi. Ben tam “Başka” albümünü kaydediyordum. “Neden yapmıyorum gerçekten?” diye düşünerek onun çok sevdiğim bir şiirini şarkı yaptım.
“Saklıkent’in güzel kızı” diye başlar şiirim “Pia”. O yüzden çok güzel oldu bu soruyu sormanız çünkü kendim için de cevaplamış olacağım. Saklıkent benim çok etkilenerek, kendimden bir şeyler bularak gezdiğim bir yerdi. Genel olarak benim şarkı yazarlığımda şiirle şarkı beraber geliyor. Edebiyatçı olarak siz de çok iyi bilirsiniz, şiirin kendi melodisi, şarkısı vardır. Bence onlar beraber el ele. Böyle bir melodi yazdım, buna söz yazayım, diye çalıştığım çok azdır, nadirdir. Tabii o da bir teknik. Standart yaptığım bir şeydir, albüme bir gün kala hep bir şey yazarım. Hep böyle bir son dakika işi oluyor gerçekten. Ben yine “Pia”yı son dakikada “Bunu bir parça yapmak istiyorum” diye düzenleyip kayda geçirmiştim. Albüm kayıt tarihim bunun gibi başka örneklerle dolu. “Pia”yı şiirden şarkı yaptım. O albümde en çok sevilen şarkı oldu, başlangıç parçasıydı. “Başka” albümümde şarkıların hepsi sözleriyle beraber gelmiştir. Çeşitli yazı teknikleri vardır. Bazen melodi ya da armoni yazar sonra şarkıya dönüştürürsünüz. Ben pek öyle çalışamıyorum. Zaten hep şarkı yazan bir insan değilim, nadiren şarkı yazıyorum. Bir sebep varsa kendiliğinden oluşan bu nadir durumda, onu deşmiş oluyorum. İlham gibi değil de uzun bir süre kafamda taşıyorum, sonra yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Üstünde çalıştığım parçalar da var, “Yollar” teklimde olduğu gibi. Öyle Değil parçasının sözleri üzerinde epey çalışmıştım, defalarca değiştirmiştim. Şarkı yazarlığının Leonard Cohen’e gönderme olarak yapılacak en güzel yanı da budur, şarkıyı deşmektir.
Esin Hamamcı: 2010 yılında çıkardığınız “Answers” albümünüz yurt dışında oldukça ilgi gördü. Disk Union’in Tokyo Caz listesinde ‘Answers’ albümünüz 6 numaraya, ardından “Başka” albümünüz 4 numaraya kadar yükseldi. Bu albümleri bu kadar güçlü kılan sizce nedir?
Selen Gülün: Aslında bu sorunun cevabı tek değil. Birçok cevabı var. Sebeplerini tek tek bunaltmadan anlatmaya çalışayım. “Answers” albümü bir trio albümü. Benim kariyerimdeki albümlerim birbirine benzemiyor. Bunun da pek övünülecek bir yanı yok aslında takipçi kaybı demek bir nevi. Çok çeşitli alanlarda çalışıyor olduğum için çalışmalarım albümüme yansıması biraz geç oluyor yani albüm geriden geliyor. Yazdıktan 10 sene sonra kaydedebiliyorum örneğin, birçok şeylerle de uğraştığım için bir yandan. Bu albümün parçaları çok önceden yazıldı ancak biz onları İTÜ MİAM stüdyosunda 7 saatlik canlı bir kayıtla kaydettik, zaten trio olarak çok formdaydık. Benim bütün albümlerim canlı kayıt bu arada hiçbir zaman prodüksiyon yapmadım. Belki bazı şarkılarıma sonradan vokal yapmışımdır. Doğaçlamanın özünden de kopmadan iş yapmaya çalışıyorum. “Answers” dolayısıyla biraz da mainstream denilen cinsten, daha klasikleşmiş piyano caz trio gibi kendine ait bir edebiyatı vardır, ona ait bir konsept gibi görülebilir. Hatta çıkışı da şöyle oldu; ben albümü kaydettim ancak sonrasında hiçbir şey yapmadım. 4 sene sonra 2 Ocak 2010’da eski Babylon’un olduğu Asmalımescit’e arabamı park ettim, otoparktan çıktım, rahmetli Mehmet Uluğ oradaydı. Kendisi çok önemli bir prodüktör, Pozitif’in sahibiydi kardeşi Ahmet Uluğ ve Cem Yegül ile. Bana ilk dediği “Selen senin trio albümün ne oldu?” sorusuydu. Bu kadar enteresan, her şeyi aklında tutan bir insandı. Duruyor albüm dedim, tabii, o da ver bize biz basalım, dedi. Albüm 2010’da böyle çıktı. Albüm çıktıktan 4 sene sonra Disk-Union’dan bana 2014’te bir e-mail geldi. Disk Union Japonya’nın en büyük albüm dağıtımcısıdır. Çok büyük bir piyasadan bahsediyoruz Japonya deyince tabii. Bütün dünyanın en önemli ikinci müzik piyasası, cazda ise birinci gibi. Web sitesinden yazdıkları için aylarca da görmemişim, buradaki işlerimizin yoğunluğundan gözümden kaçmış. Çok sevindim tabii, menajerimle görüştüm. Pozitif albümü yolladı ben sonrasında takip etmedim. Çok enteresan bir şekilde bir takipçim Tokyo’ya gidiyor. Japonya’da plak almak çok önemli bir şey olduğu için Disk Union’un caz departmanına gidiyor. Bir bakıyor benim albümüm listede 6 numarada diye. Bana fotoğrafını çekip Instagram’dan gönderdi. Ben şoka girdim, müthiş bir şey. Neredeyse 8 sene sonra albümüm Japonya’da satışa çıktı. Google’da araştırdım, “daha önce nasıl keşfetmedik, harika” gibi güzel şeyler yazıyordu. Şaşırdım, çok sevindim. Sonra tabii arkasından konserler gelmeye başladı. Git gel konser yapmaya başladım ve orada yaşadığım dönemin başlangıcı olmuş oldu. Orada hâlâ cd satıyor, kütüphanelerde hâlâ cd kiralayabilirsiniz, bu konuda farklı bir ülke. Arşivci oldukları için her şeyi bulundurmak istiyorlar. Konserler de plak satışları oldu, derken en yeni işimi istediler. O sırada Kadınlar Matinesi’ni kaydediyordum. 2013’te Lin Records’dan çıkan Başka albümümü götürdüm. Bu rüzgârın etkisiyle 4 numaraya kadar çıktı. Sonra da ben gittim kendimi götürdüm zaten Japonya’ya.
Esin Hamamcı: Tokyo demişken uzun süredir Japonya’dasınız. Müzikal açıdan o coğrafya sizi nasıl besliyor? Örneğin İstanbul ve Tokyo’daki caz-sever kitleyi, caz mekânlarını ya da festivalleri karşılaştırdığınızda ne söylemek istersiniz? Bir de geçenlerde Zorlu PSM’de Japon caz piyanisti Hiromi’nin konseri vardı, onu nasıl buluyorsunuz diye ekleyip güncel bir soruyu eklemek isterim.
Selen Gülün: Elma ile armut gibi tabii Japonya’yı Türkiye ile karşılaştırmak. Ben artık Türkiye’deyim, pandemi sürecinde herkes kadar etkilendim ve geri gidemedim. Ben buradaydım, geri dönüş biletim 7 Nisan’daydı, 7 Şubat gibi ben konsere gelmiştim, eşyalarımın da bir kısmını getirmiştim. Tam da şöyle bir karar almıştım, hayatımın yarısını orada yarısını burada geçirebilir miyim, böyle bir arayışın peşindeydim. Çünkü orada olmayı da seviyordum. Fakat Avrupa konserlerime gidip gelmek çok maliyetli olmaya başlamıştı ve çok uzaktı. Dolayısıyla ikiye bölebilir miyim hayatımı diye düşünmeye başlamıştım. İstanbul’da rastlantısal olarak küçük bir yer tutmuştum kendime ve pandemi oldu. Her şeyi yeniden kurgulamak zorunda kaldım burada. Ciddi sayıda müzik ekipmanım orada kaldı mesela, hâlâ orada. Buraya yerleşmişim gibi oldu. Biraz acıklı bir şekilde bitti sonu ama o kadar daha acıklı hikâyeler var ki, ben kendiminkini o yüzden acıklı olarak saymıyorum, hayat diyorum, yapacak bir şey yok.
Benim hikâyem dışına çıkarsak, Japonya 7/24 caz dinlenen bir yer. Caz müzisyeni olmak prestij sahibi olmak demek. Bu Türkiye’de hayalperestlik olarak görülen bir şey. Ben kendimi sadece caz ile sınırlayabilecek biri değilim, çağdaş müzik ya da özgür doğaçlama alanında da çalıştığım için. Benim için çok harika bir deneyim oldu. Bir kere insanlık ölmemiş gibi tuhaf duygular içindeydim. İnsanlar kibardı. Bazı şeyler sistemde sizi hiç zorlamıyor ve çok rahat ilerliyor dolayısıyla bu güven veriyor. Evinizde şöyle bir şansla yaşıyorsunuz, içime kapanayım, içimdekileri dökeyim, dışarı çıkartayım, biraz doğada yürüyeyim kafamdakileri yazayım gibi… Yapmak istediğiniz, bunun için tatile çıkmak mecburiyetinde olduğunuz birçok şeyi ertelemeden orada içe dönerek yapabilmenize yardımcı oluyor. Yaşadığım apartmanda piyanist, kemancı, orkestra şefi gibi kişiler yaşıyordu… Böyle bir ülke… Herkesin aşağı yukarı enstrüman çaldığı, müzikle çok içli dışlı ama özellikle caz müziğini baş tacı ettiği bir yer olduğu için hem konserlerimde çok iyi dinleyiciyle karşılaştığım hem de plakların, albümlerin sattığı bir ülke. Çok para kazanıyorsunuz, acayip kitlelere çalıyorsunuz diyemeyeceğim tabii ancak normal bir şekilde çok güzel kulüplerde çok iyi müzisyenlerle çaldım hep. Bir de bizim için acıklı olan kısmı şu ki Tokyo’da 150’den fazla -bu resmî rakam, bir de underground olanlar var- caz kulüp var. Sadece Tokyo’da. Hepsinin bakımlı bir piyanosu var. Ayda bir düzenli solo piyano konseri çalıyordum mesela.
Hiromi çok özel bir yetenek. Çok büyük şans tabii gelmesi. Burada biz 3 kulübe sıkışmış durumdayız şu anda İstanbul’da. Diğer şehirleri söylemiyorum bile. Çok küçük bir camiayız biz burada hâlâ, birçok müzisyen yetişmiş olsa da. Kulüp sayısı da artmadı. Dolayısıyla karşılaştırmak zor. Benim orada olmamın sebebi takdir edilip sevilmiş olmam. Duygusal bir yerden yaklaştım ama çok matematiksel bir şey söyledim aslında. Takdir edildiğiniz yerde üretmek ve yaşamak daha kolay. Hiromi konserine ben de gittim, benim üçüncü kez canlı izleyişim. İnanılmaz değişik bir yetenek. O teknik zaten anlatılır, ifade edilir bir şey değil. Kendini ifade etmek için teknik geliştirmek çok önemli bir şeydir müzisyen için. O tabii onu biraz aşmış bir yerde. Canavar gibi bir müzisyen. Kendisine adapte olabilecek müzisyen bulmakta zorlanıyor, bu da bir çeşit lanet bence. O yüzden solo çalımları çok etkileyici ama grup çalımları o kadar etkileyici değil benim için. Hakikaten Hiromi gibi -onun kadar olmasa da- çalan birçok müzisyenle karşılaştım Japonya’da. Caz camiasının %30’u kadın müzisyenlerden oluşuyor Japonya’da bu arada.
Esin Hamamcı: Bir yandan da Türkiye ile ilişkiniz devam ediyor. 2017 yılında basçı Ceyda Köybaşıoğlu ve davulcu Monika Bulanda ile “Kadınlar Matinesi”ni çıkardınız. Bu özel proje nasıl başladı?
Selen Gülün: Proje İtalya’da başladı. Kadın ve Müzik kitabı editörlüğünü birlikte yaptığım, mentorum diyebileceğim Patricia Adkins Chiti, bir caz festivalimiz var Donne in Musica orada, Türkiye’den kadın besteci ve müzisyenlerin müziklerini lokal bir grupla çalmak ister misin? diye sordu. Tarih 2010 Kasım gibiydi. Orada hali hazırda birlikte çaldığım arkadaşlarım vardı. Onlara söyledim, piyano, tenor saksafon ve davul olacak şekilde bir konser gerçekleştirdik. Ben o sırada İtalya’da Donne in Musica vakfının WIMUST projesi için Türkiye’de kadın bestecileri araştırmaya başlamıştım. 2010’dan buraya geldiğimiz noktayı göstermek açısından söylüyorum ki o dönemde çok az kadın müzisyen kendi müziğini yapıyordu. Elimde şu isimler vardı, Elif Çağlar Muslu, Ceylan Ertem, ben, Ayşe Tütüncü, Şirin Soysal ve bir de Başak Yavuz galiba… Varsa da hedef tabii yayınlanmış müzikleri çalmaktı. Sonra da yeniden yorum fikrini çok beğendim. New York’ta 2011’de Drom’da çaldık. 2014’te doğum günümde özel bir proje yapmak istedim. O zaman Alt diye bir yer açıktı kulüp olarak Beyoğlu’nda. Murat Beşer yapıyordu programı. Kendisi bana, madem kadın besteciler müziği yapacaksın, “Kadınlar Matinesi” olsun dedi, benim de çok hoşuma gitti. Kadınların bir araya gelip gündüz müzik dinlemesi, dans etmesi biraz hor görülen bir şey. Bunu biraz taçlandırıp evet kadınlar bir aradayız, gibi bir mantıkla ismi sahiplendim. O gün sahnede Şenay Lambaoğlu, -kendi albümünü yeni yapmıştı- Sibel Gürsoy, Ceylan Ertem, Ece Göksu hep birlikte sahneye çıktık, şarkılarımızı söyledik. Grupta Ediz Hafızoğlu, Alp Ersönmez, Cenk Erdoğan gibi müthiş müzisyenler çalıyordu. Yavaş yavaş o proje kadın müzisyenleri de içine alan bir proje oldu. Üniversiteden öğrencim Ceyda Köybaşıoğlu, bas mezunudur ama şarkı da söyler. Çok iyi şarkıcıdır, ama ona uzun süre bas çaldırmadılar, ben de bu projede bas çaldırmak istedim. Tabii arada yine mesela sax’larda Serhan Erkol geliyor gidiyor gruba, Berke Özgümüş çalıyor, yani kadın müzisyenler çalacak diye bir mecburiyeti olmayan bir proje aslında. Ama müzik yazarlarının kadın olduğu, alternatif müzik dünyasından ya da elbette caz bestecisi olması ve müziklerini yayınlayabilmiş olması şartıyla projeye bazı filtreler koyarak çalmaya başladık. Ayda bir düzenli çaldık. Projenin içinde doğaçlamadan hiç vazgeçmedik, düzenlemeleri ben yaptım, parçaları genellikle değiştiririm. Şarkıcıya da söylemeyiz bu durumu, gelip orada karşılaşır şarkısının son hâliyle. Şimdiye kadar sahnemizde 40’tan fazla müzisyen ağırladık, 60 küsür de parçamız var. İnanılmaz bir literatür biriktirdik. Hepsi orijinal müzik, biz düzenleyip yeniden yorumladık, büyük emek var projede. Gruba sonradan Ezgi Daloğlu ve Kamucan Yalçın -o da benim eski öğrencim- katıldı ve bir süredir beşli olarak çalıyoruz. Herkes şarkı söylüyor ve bunun da altını çiziyoruz. Sibel Gürsoy’un parçasını ben, Tuğçe Şenoğul’un parçasını Kamucan söylüyor örneğin… Aramızda literatürü böylece paylaşıyoruz. Hep beraber vokal yaptığımız da oluyor. Ayşe Tütüncü, Nilüfer Verdi gibi piyanist bestecilerin de parçaları var. Heyecanla ve severek yaptığımız bir projeye dönüştü.
Bunun yanı sıra acıklı bir hikâyemiz var, biz albüm yapalım diye yola çıkmamıştık, devinim içinde kalan bir proje olarak düşündük. Fakat bizimle 8 Mart 2015’te sahneye çıkmış çok kıymet verdiğimiz bir müzisyen arkadaşımız, Değer Deniz, çok kötü bir kadın cinayetine kurban gitti. Tecavüz ve ölümle sonuçlanan bir olay yaşadı, onu aramızdan aldılar. Çok acı bir dönem geçirdik. Birlikte sahne yaptıktan çok kısa bir süre sonra 5 Mayıs 2015’te kaybettik onu, çok acı bir olaydı hepimiz için. Biz o şokla ne yapacağımızı bilemezken A.K. Music’ten -sağ olsunlar çok özel insanlardır- teklif geldi. Sponsorlarımız var, albüm yapalım, onu da arkadaşımıza atfedelim, dediler. İçinde çok değerli müzisyenler olan bir albüm oldu. Bir daha da yapar mıyız bilmem, biraz üzücü bir süreçti zaten albüm yapmaktansa sahnede devinim içinde, sürekli yeni birilerini alarak devam etmeyi seviyoruz. Kadınlar Matinesi böyle bir proje.
Esin Hamamcı: Kendi kurduğunuz plak firması iKi Müzik nasıl gidiyor? iKi Müzik’in yolculuğundan ve çizgisinden bahsetmek ister misiniz?
Selen Gülün: “İki” ismini ben çok severek koydum. Hayatta hiç rekabetçi bir insan değilim, ama kendimle rekabetteyim. Dolayısıyla 1, benim için çok şey ifade etmiyor. Ama 2’nin Türkçe’deki karşılığı, tekil değil çoğul olmak, zıtlarıyla beraber yan yana olmak gibi içinde çok fazla anlam barındırıyor. Japonca’da iKi, kentsel dönüşümle de alakalı olan, alt kültürü anlatan bir kelime. Derinlemesine bir felsefesi var. iKi Muzik’in de felsefesine çok yakın bu anlamlar. Kentli olmak, kentin argosunu üretmek… Merak edenler araştırırsa Japonya’yı en iyi tanımlayan kelimelerdendir “iki”. Tam da şehir ve çağdaş müziği anlatabilecek gibi geldi ismi bana.
Esin Hamamcı: Biraz da Patricia Adkins Chiti ile derlediğiniz, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan Türkiye’de Kadın ve Müzik kitabınızdan bahsetmek istiyorum. Kitap İngilizce ve Türkçe olarak çıkıyor. Hazırlık sürecinde maalesef ki Chiti, hayatını kaybediyor. Bu kitap projesi nasıl başladı, vefat haberi kitaba müdahalenizi nasıl etkiledi?.. Biraz bahsetmek ister misiniz?
Selen Gülün: Çok üzücü bir şey onu kaybetmiş olmamız. Kitabın hazırlanması yedi sene sürdü. Bu süreç boyunca yaşadıklarımıza inanamazsınız. Bu kitap için özgeçmiş toplamak, hiçbir bütçe olmadan başlı başına kendi hazırladığımız, Bilgi Üniversitesi’nde birkaç asistanım, müzisyen arkadaşlarımla inanılmaz kolektif bir iştir. 160’dan fazla Türkiye’de üretmiş olan kadın besteci ve şarkı yazarının hem İngilizce hem de Türkçe özgeçmişi var içinde.
Hepsini toplamak, bir araya getirmek ayrı bir maceraydı. Ben İtalya’ya gittiğimde vefat etmiş 14 besteciyi bir ansiklopedide bularak başladım, öyle söyleyeyim. Bizde arşiv kültürü maalesef yok. Hâlâ sözlü kültürde kalmış bir ülkeyiz.
Üç tane de makale var kitapta. Çok kıymetli müzikolog Şehvar Beşiroğlu, aynı zamanda kanun çalardı. Maalesef onu da kaybettik bu süreçte. O da kendi ekibini kurmuştu İTÜ’de ve özellikle Türk Sanat Müziği alanında aktif insanların özgeçmişlerini toparladı. Dolayısıyla ayrı ayrı yerden çalışan insanlar vardı. Şu an hepsinin adını anmak zor ama kitapta isimlerini bulabilirsiniz. Yüz yüze görüşmediğim birçok insanla çalıştım. Büyük bir kolektif çalışma. Ama başına gelen şeyler inanılmaz. Dosyalarımız kayboldu örneğin. Türkçe’den İngilizce’ye çevrilen her şeyin son düzeltilmiş hâli gitti diyelim, bunun gibi olaylar yaşadık. Patricia çalışırken birisi uzaktan bilgisayarına giriyor, hackleniyor yani. Tek tek dosyalar siliniyor gözünün önünde ekranda. Bu zor süreçte önce Şehvar vefat etti, arkasından da Patricia vefat etti. Kitapta üç önemli makale var. Bir tanesi vurmalı sazlar ve Anadolu topraklarındaki gelenekler üzerine, bir tanesi Şehvar’ın yazmış olduğu Osmanlı dönemi üzerine, ben de daha çağdaş Türkiye dönemini anlatmaya çalıştım. Esas noktamız bestecilerdi.
Esin Hamamcı: Chiti, kitap için “Çağdaş Türk kadın besteci ve müzikoloğun sıkı çalışması ve azmi sayesinde gerçekleşebilmiştir. Bu, Türk kadınlarının, sadece sultanlarının haremlerindeki geleneksel müzisyenler ve yetenekli amatörler olarak değil; tüm müzik türlerinin bestecileri ve yaratıcıları olarak, Antik çağdan günümüze kadarki ilk “haritalama”sıdır.” diyor. Ve 18. yüzyıldan bugüne kadar yaşamış 160’tan fazla kadın müzik bestecisinin varlığından bahsediyor. Kadın müzik yaratıcılarının görünürlüğü açısından ve bu çalışma üzerinden ne söylemek istersiniz? Sizin için bu anlamda kitapta en dikkat çekici nokta ne olmuştu?
Selen Gülün: Özgeçmişleri toplarken keşfettik ki birçok kadın bestecinin hakkında özgeçmiş yazısı bile yok. Ne kadar umutsuz bir tablo çiziyor, düşünün. Daha henüz bu aşamadayız, üzerinin ne kadar tozlandığını düşünün. Hazır bir şey toplayıp da onu derlemek, gerçekten kişilere tek tek ulaşarak -kendi açımdan en az 80 kişiyle görüştüm, hayatta olanlar bunlar da- yaptığımız bir çalışma. Bu konu benim için çok üzücü ama kitap bunu kırmamıza yardımcı oldu. Kişilerin özgeçmişlerini benim yazdırmak durumda olduğum zamanlar oldu. Bilgiye ulaşmak konusunda çok zorlandık Bunun altını ne kadar çizsem az kalır. Arkasından çok yeni makale, kitap geldi, takip ediyorum. Tabii, Türkiye’de caz konusunda Yaprak Melike Uyar’ın yazdığı çok güzel bir makale vardır, Şehvar Beşiroğlu’nun çok güzel çalışmaları var, kitabı yazarken bu çalışmalardan da yararlandım.
Benim için de araştırma sürecinde pek çok şey sürpriz oldu. Örneğin Türkiye’de ilk müzik teorisi dergisi çıkartan kişinin kadın olmasını öğrenmek gibi… Aslında bunlar bizi cesaretlendiren şeyler, geri planda olmadığımızı, işin içinde olduğumuzu gösteren şeyler. Hemen kitabın akabinde Deniz Koloğlu’nun Müzikle Yaşayan Kadınlar diye bir kitap çıktı. Bu da büyük bir şanstır, biri ötekini tamamlar. O kitapta da 20’den fazla kadın müzisyenler hayatları konuşuluyor ve benzer sorular soruluyor. Gerçekten ikisi beraber okunduğunda çok kıymetli bir işe dönüşüyor. Başta dediğim endişeleri bitirecek kitaplar ikisi de.
Esin Hamamcı: Kitaptaki bu tarihî yolculukta kadınlara ait öne çıkan enstrümanlar var mıdır?
Selen Gülün: Akbank Caz Festivali için “Zamanda Unutulan Müzisyenler” diye bir panel yaptık. Ben tabii ki yine kadın müzisyenler ve besteciler konusunda konuşmak için kendimi görevli addettim. Dilerseniz beni bu konuyu çalışmaya iten sebebi anlatayım. Ben küçükken yeni yeni literatür tanıyorum. Bütün öğretmenlerim kadındı. Literatür çaldığımızda hiç kadın besteci yoktu ama bütün öğretmenlerim, solfeji piyano hepsi kadındı. Ben de müzik yazmak istiyorum tabii. Şöyle bir düşünce geldi bana o sırada, “bütün insanlık tarihinde tek yazmak isteyen ben değilim herhalde” diye. Hiç unutmadığım bir an bu. İlk defa piyano do tuşuna bastığınızda “Aaa do muymuş bu” gibi yaşadığım bir heyecandı. E peki nerede bu insanlar? diye bakınca araştırmaya başladım. Bunlardan mahrum kalarak 20’li yaşlarımıza kadar geldik. Peşine gittiğim zaman gördüm ki bu insanlar var ama yok sayılıyor. Bu toplumsal cinsiyetle ilgili bir konu tabii ama “gatekeeping” diye tanımlanan, kapıları tutan bazı insanlar var. Neden tutuyorlar? kısmını senelerce derslerimde anlatmaya çalıştım.
Evde neden hep kızlara piyano çaldırıyorlar? Çünkü piyano taşınabilir bir alet değil. Kadınlar için oturuş düzeninde estetik ve elinin piyano tuşları üzerinde bir zarafet de beklenir. Ama caz müzisyenleri zarif bir insan gibi piyano çalmak zorunda değil. Vücudumun sağ tarafında bozukluklar olduğunda Japonya’daki fizik tedavi uzmanı, sizde kamyoncu hastalığı var vücudunuz sağa kaymış, demişti. Ağzımızdan burnumuzdan sesler, inlemeler, bağırışlar çıkıyor. Hiromi konserinde de duymuşsunuzdur o gün. Sürekli hırıltı duyduk ondan da. Bazı enstrümanlar bu sebeplerle kadınlara hiç yakıştırılmıyor. Trombon, saksafon gibi nefesliler özellikle. Davul da böyle. Gitar da çok maço görülür. Ama Zamanda Unutulan Kadınlar’da özellikle trompetçi, gitarist gibi müzisyenler seçtim. Baktığınızda çok trajik hayatlar. Tecavüzler, uyuşturucular, intiharlar gibi… Ama tutunmuş isimler ve bir tanesinin bile ismini tarih hatırlamıyor.
Aman güzel olsun kızımız, gibi bazı endişeler de olabiliyor çünkü vücudunuz, ağzınız burnunuz da yamulur enstrüman çalarken. Enstrümanlar da toplumsal cinsiyet sorunlarından nasibini almış.
Esin Hamamcı: Peki kadınlar en çok hangi türe eğilmiştir ve bundaki etkenler sizce nelerdir?
Selen Gülün: Klasik Batı müziği çok desteklenen bir format. Okulları da var her yerde. Biraz da coğrafyayla ilgili bir şey. Küba’da herkes dans edip enstrüman çalar zaten. Bağlama çalıp ozanlık yapan kadın bestecilerimizin ağzından hayatlarını dinlendiği zaman, onlar için de zor olduğunu görüyoruz. Ne kadar gelenekselleşse de. Ama özgür doğaçlamaya bakın, o kadar çok kadın müzisyen var ki artık. Çağdaş müzik besteciliği de öyle, özellikle bu alanda inanılmaz yükselme var. Fakat BBC Orkestrası kaç tane kadın bestecinin eserini programlamış diye sorduğumda toplumsal cinsiyet derslerimde, cevap “0”dı. Bunu görünür kılmak çok çalışmakla olacak bir şey. Sonuçta ben de deli miydim, hiçbir çıkarım yokken uğraştım bunca zaman? Ne para kazanıyorum, ne akademisyenliğime katkısı var. Neden yazıyorum? Çünkü benim de ismim yok baktığınızda, kendimi de yazmak için çaba sarf ediyorum, öyle bakmak lazım. Tarih bizi başka nasıl yazacak? Biz kendimiz yazacağız.
Esin Hamamcı: Cazın sizin hayatınızdaki anlamı nedir?
Selen Gülün: Ben doğaçlamaya çok hevesli bir çocuktum. Kendimi sözlü anlatmaktan hoşlanmıyorum, müziğimle anlatabilecek bir alan buldum. Bir grubun içinde yer almayı, swing etmeyi de seviyorum tabii. Benim kendimi ifade etmeyi rahatlıkla paylaşabileceğim bir alan caz. Tabii küçükken klasik batı müziği ve caz arasındaki ayrımı bilmezken, kendimi kocaman kabarık elbiselerle orkestranın önüne çıkıp konçerto çalarken hayal ederdim ama imkânsız bir şey benim için. O insan ben değilim ki bunu da zamanla anladım. İlk konserini Bartok çalarak vermiş bir müzisyendim aslında. Asla ve asla romantik dönem çalamıyorum. Dünya kadar da çalışsam olmayacaktı. Kendimi tasarlayabileceğim bir alan bulunca saldım kendimi. Başarı o alanda geldi.
Esin Hamamcı: Sizinle bir seçki yapsak, hangi sanatçılar ya da parçalar liste başınız olurdu?
Selen Gülün: Çok zor soru. Aklıma çeşit çeşit alandan müzisyenler geliyor. Charles Mingus ödülünü almış bir müzisyen olarak kendi kültürümde çok yer etmiş bir müzisyen örneğin. O açık çalımlar, kolektif emprovizasyonlar ama öte yandan basit ifade etmeye çalışma hâli, sahnedeki doğal liderlik hâli çok etkiledi. Onun bütün albümleri diyebilirim. Aynı şekilde John Coltrane, Miles Davis, gitarist John Abercrombie, Anton Webern… Saymakla bitmez. Bunların her birinin benim kendi kültürümü yaratmamda inanılmaz yerleri var. Klasik ya da çağdaş diye ayıramam. Müziği zorlamış isimler bunlar. Bana Charles Mingus ödülünü verdiklerinde şöyle demişlerdi; “Müziği ileriye ittiğin için teşekkür ederiz.” Çok gençtim o zaman çok etkilenmiştim. Benim için çok önemli bir konu ileriye dönük olmak.
Esin Hamamcı: Yeni projelerinizden bahsedelim mi? Bir sanatçının kişisel sergisine müzik bestelemektesiniz, bu projenizden biraz bahsetmek ister misiniz? Aynı şekilde yeni albümünüz “Blue Band” çıktı. Müzikseverleri nasıl bir yolculuk bekliyor?
Selen Gülün: İrem Günaydın’ın kişisel bir sergisi olacak. Onun yazmış olduğu bir metinden yola çıkarak bendeki karşılığını grafik notasyonla yazdığım solo performanslar olacak. Her hafta aynı metnin farklı yorumları şeklinde ilerleyecek. Ona bir müzik yazıyorum. Mesela ilk performansı ben yapacağım. Bir sonrakini Ezgi Daloğlu yapacak, işte saksafonlar çalacak, arada da bu sözler çalacak. Barış Ertürk bas klarnet çalacak, en sonda da Çağıl Kaya ses ve bedenle sonuncu versiyonu kendi açısından yorumlayacak.
Kendi albümüm de, 9 kişilik bir caz kombo orkestrasından oluşuyor. “Blue Band” ismi. İçinde Serhan Erkol alto ve soprano saksafon çalıyor. Engin Recepoğulları tenor saksafon çalıyor, Barış Ertürk bariton ve bas klarnette. Barış Doğukan Yazıcı trompet ve büğülü, Halil İbrahim Yazıcı trompet, Bulut Gülen trombon çalıyor. Böyle bir nefesli orkestra. Ben piyano çalıyorum. Ozan Musluoğlu kontrbas, Alper Yılmaz, elektrik bas, Berke Özgümüş de davulda. Kocaman bir grubuz gördüğünüz üzere. Benim 25 yıldır yazdığım müziklerden bir seçkiyi canlı kaydettik. Delilik yani aslında baktığınızda. Çok heyecanlıyım. Aynı büyüklükte bir orkestrayla Japonya’da da çalmıştım bu müzikleri. Heyecanla “Blue Band” albümünü bekliyorum, çünkü son 25 yılımın özeti olacak.
Selen Gülün’ün “Blue Band” albümünü buradan dinleyebilirsiniz.
1. Where are you from and how did you get started in music? I am from Istanbul, Turkey. As lots of o
Japan is one of the most jazz-loving countries. Those who visited would know, one can listen to live
Büyük soundlar ve orkestral ses derinliğinin zihnimde sınırı yok. Bu yüzden, orkestral müzik